Barış Manço neden önemli bir sanatçıydı? 2 Ocak 1943’te bir dönem Zeki Müren’in de hocalığını yapmış Rikkat Uyanık ve İsmail Hakkı Manço’nun çocuğu olarak dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi’nde eğitim gören Manço, yüksek öğrenimi için gittiği Belçika Kraliyet Akademisi’ni birincilikle bitirdi. Eserlerini çoğunlukla İngilizce ve Fransızca olarak yayınlayan sanatçı, kariyerini bu yıllarda Avrupa merkezli olarak yürütüyordu. Fransızca şarkıları başarı yakalmış ve bu sayede Fransız radyosunda bir programa da konuk olmuştu. Peki bu Avrupa merkezli başlangıçtan sonra, onu Türkiye’de önemli bir sanatçı haline getiren şey neydi? Günlerden bir gün, Fransız bir müzisyenin, aksanını beğenmediği için Manço’nun şarkısını çalmak istememesi, belki de onun Türkiye’deki yükselişini başlatacak ilk kıvılcımlardan biri olmuştu. Yazmış olduğu eserler, aldığı ödüller, çocuklar için yazdığı şarkılar ve başarılı televizyon programları… İşte bunların hepsi bir yana, onu ülkemiz adına önemli biri haline getiren aslında başka bir özellik var. Fakat bunun ne olduğunu anlamak için 100 yıl öncesine kadar gidip, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda Atatürk ve arkadaşlarının izlemiş olduğu müzik politikasına bir göz atmamız gerekecek. Hazırsanız başlayalım.
Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk ve arkadaşlarının Anadolu’ya baktıklarında gördükleri şey, savaştan sonra yorgun düşmüş ve yoksul bir halktı. Üstelik asırlardır kendi kaderlerine terk edilmiş olan bu insanların çoğu, kendi dilini konuşuyor ama yazamıyor; kendi tarihini ve kültürünü bilmiyor, hatta kendi
kimliklerinden bile bihaber yaşıyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yönetimde olanların aslında temelde, çok basit bir amacı vardı. Bu amaç, devlet, eğitim, sanat, ekonomi ya da hukuk gibi alanlarda, yani hayatın en temel alanlarında, Batılı medeniyet tarzına olabildiğince hızlı bir şekilde geçiş yapmaktı. Planlanan ve yapılan tüm devrimlerin nihai amacı, toplumun bazı alışkanlıklarını ve tabii bazı bağlılıklarını değiştirerek, toplumu Batı medeniyetine adapte etmekti. Bunun için değişmesi ya da gelişmesi gereken en önemli şey müzikti. Bunun sebebi müziğin diğer alanlarda yapılan devrimleri etkileyebilecek bir güç olmasıydı. Nasıl mı? Antik Yunan filozoflarından Platon’u hatırlayalım: Platon; “Müzikte yeni bir türün ortaya çıkması, devleti tehlikeye atabilir hatta anayasayı bile değiştirebilir.” diyordu. Fransız düşünür Montiskü’ da Platon’un bu sözlerini destekler bir şekilde: “Bir milletin müziğine önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz.” diyordu. Tabii ki yöneticiler bu düşünürleri biliyorlardı, ve eğer yeni bir toplumun tohumları ekilecekse, bir toplum sil-baştan inşa edilecekse, bunun için müzikte gerçekleşecek olan bir devrime ihtiyaçları olduğunun farkındaydılar. Bu manada müzik, devrimleri, halka aktarabilecek ya da halkın devrimleri benimsemesini sağlayacak yegane şeydi. Bunu Atatürk’ün şu sözlerinden net bir
şekilde anlıyoruz: “Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”
Konuyu Barış Manço’ya getirmeden önce, bu Musiki Devrimi ile yöneticilerin müzikte nasıl bir değişiklik yapmak istediğine bakalım. Çünkü buradaki bazı detayları bilmeden, Barış Manço’nun müziğini ya da felsefesini analiz etmemiz pek mümkün değil. Çok fazla ayrıntıya girmeden, en basit şekliyle: Musiki devrimindeki amaç; bir yüksek milli müzik yaratmaktı. Bu müziği yaratmak için ise, elde olan 2 tane
malzeme vardı: Klasik Türk Müziği ve Türk Halk Müziği. Klasik Türk Müziği burada istenmeyendi. Çünkü Osmanlı kentlerinde pek çok farklı etnik grup tarafından dinlenilen ve kaynağı Türk olmayan bu müziğin, halkın duygu ve düşüncelerine uygun olmadığı düşünülüyordu. “Halk Müziği” ise Türk kültürünün özü olarak kabul edildi. Halkın ruhunu, duygu ve düşüncelerini yansıtan bu melodiler, halk dehasının bir sembolü olarak görüldü. İyi ama her ne kadar halk dehasının bir sembolü de olsalar, bu eserler olduğu gibi kalmamalıydı. Bu öz kültür, Avrupa Klasik Müziğindeki en son tekniklere göre işlenmesiyle, ortaya hem çağdaş/modern hem de milli olan, yüksek sanat eserleri çıkacaktı. Yani burada Avrupa klasik müziği bir üst kültür olarak algılanıyordu.
Fakat bu proje tüm ısrarlara rağmen başarılı olamadı. Bestecilerin yaşadığı kafa karışıklığı, ortaya konulan eserlerin elitist olması, ve halkın bu eserlerde kendine ait hiçbir şey bulamaması başarısızlığın sebeplerinden bir kaçıydı sadece. Ve 1950’lere gelindiğinde, artık bir türlü meyve veremeyen bu politikaya bir alternatif gerekiyordu. Cumhuriyet’ten bile eskiye dayanan, başlangıcı Tanzimat olan bu “batılılaşma” girişimlerinin merkezi, hep Avrupa’ydı. Müzikte de türküleri Avrupa Klasik Müziği çerçevesinde tekrardan değerlendirme fikri, aslında bundan kaynaklanıyordu. Modernleşmek, ileri olduğu düşünülen Batı’ya yani Avrupa’ya benzemek ile mümkündü. Fakat 1950’lere gelindiğinde, Merkez Avrupa’dan, yani bizim konumuz dahilinde, müzikteki merkez klasik müzikten; Amerika’ya yani “Popülizm”e kaymaya başlamıştı. Dünya değişiyor ve dünya değiştikçe elitist yaklaşımlar artık yeni düzende kendine yer bulmakta zorlanıyordu. Bunun yerine eğlenceyi yaygınlaştıran, herkesin anlayabileceği basitlikte şarkılar besteleniyordu.
Amerika’da “folk temelli yeni popüler akımlar” çok yaygınken, bu akımların Türkiye’deki versiyonu “Anadolu Rock” olacaktı ve tabii ki Barış Manço; bu işin kurucu babalarından olarak işte tam burada karşımıza çıkacaktı. Dünyanın merkezi her şeyi ile beraber yön değiştirmişti. Ama Türkiye’de değişmeyen bir amaç vardı: Batı kültürü ile işlenmiş türküleri halka ulaştırmak. Barış Manço 1943 doğumlu biri olarak, içinde büyüdüğü ortamın, çevresinde var olan müzik tartışmalarının farkındaydı. Geçmişte bir şeyler denenmiş fakat başarısız olmuştu. Şimdi ise gündemde, Klasik Müzik değil Amerikan merkezli popüler akımlar; orkestralar değil bandler yani gruplar; sözsüz eserler değil, sözlü şarkılar vardı. Barış Manço 1962 yılında henüz 18 yaşındayken; “Pencereden Kar Geliyor”, “Urfa’nın Etrafı”, “Kızılcıklar Oldu Mu?” gibi bazı türküleri armonize ederek yayınladı. Ama onun bu erken dönemde bir misyon olarak bilinçli bir şekilde bu iş ile ilgilendiği söylenemez. Çünkü kariyerinin başında daha çok İngilizce ve Fransızca şarkılar söylüyordu. Fakat kariyerinin ilerleyen yıllarına bakıldığında, özellikle sanatçının ustalık dönemi olarak adlandırdığı 70 ve sonrasında, eserlerinin büyük bir bölümünü halk melodilerinden ilham alarak ortaya koyduğu görülür.
Bu melodileri Barış Manço aslında iki şekilde kullanmıştı. Birincisi; var olan türküleri, hiçbir değişiklik yapmadan, sadece armonik eşlikle seslendirmişti. İkinci olarak ise içinde atasözleri ya da yerel tabirler bulunan, türkü tarzında yeni şarkılar bestelemişti. Yine onun kendi sözleriyle bu süreci nasıl anlattığına bir bakalım: “Cem Karaca, Moğollar, Üç Hüreller, ben… Bu işi en bilinçli olarak yapanlar bizim
dönemimiz idi, bizdik! Biz, müzikteki motiflerimizi Anadolu’dan aldık.” Yani sanatçı yerel melodileri yerel tabirler ile birleştiriyor, ve bunu batı kültürü ile işleyerek, hem bizden hem de modern gözüküyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya konan eserler bir dirençle karşılaşmış ve halkla iletişim kuramamıştı. Manço’nun eserleri ise halk tarafından sevilmiş, hatta benimsenmişti. Kendisine “Asfalt Ozanı” diyerek, kariyerini aşık geleneğinin bir devamı olarak tanımlayan Manço, gerçekten de aşık edebiyat geleneğinin çağdaş bir temsilcisiydi.
O; köyde bağlaması ile şiirler okuyan bir aşık değil, değişen dünya sonrası, bu geleneği şehirlere taşımış modern bir ozandı. Asfalt ozanıydı. Ve bunu es kaza değil, bilinçli bir şekilde gerçekleştirmişti. İşte Barış Manço’nun armonize ederek seslendirdiği türküler ve türkü tarzında bestelediği eserlerden bazıları:
Türküler (Pencereden Kar Geliyor Urfa’nın Etrafı, Kızılcıklar Oldu Mu, Aman Avcı Vurma Beni,
Kağızman, Derule, Lambaya Püf De, Genç Osman, Estergon Kalesi)
Türkü Tarzında Besteler (Dağlar Dağlar, İşte Hendek İşte Deve, Nazar Eyle, Ben Bilirim,Nane
Limon Kabuğu, Ali Yaza Veli Bozar, Halil İbrahim Sofrası, Aynalı Kemer)
Batılılaşma yolunda Barış Manço’nun yapmış olduğu tek şey aslında müzik değildi. Bir öğreten adam misyonu vardı. Yazmış olduğu şarkılara ek olarak yaptığı televizyon programlarıyla, çocuklardan yetişkinlere kadar herkese, hep bir şeyler öğretmeyi amaçlıyordu. Tabii ki bu kolay olmadı. Türkiye’nin bu süreçte yaşadığı zorluklar elbette çok çetindi ama Barış Manço’nun yaşadığı zorlukların birkaçına değinmeden videoyu bitirmek istemiyorum. Siz de tahmin edersiniz ki; uzun saçları, yüzükleri ve kendine has giyimiyle, oluşturduğu imaj kimilerince hoş karşılanmıyor ve tepki alıyordu. Konser için gittikleri Kütahya’da uzun saçları yüzünden tehdit edildikten sonra, tur otobüsüne dinamit ile saldırı düzenlenmişti. Neyse ki konser sonrası gerçekleşen bu patlamada kimse zarar görmemişti. 1977’de Kurtalan Ekspres’le 45 günlük bir Anadolu turnesine çıktığında, Balıkesir’de, bu kez Manço’nun konser ekibi saldırıya uğramıştı. Saldırı sonucu Oktay Aldoğan ve Caner Bora yaralanmıştı. İyice popüler olduğu dönemlerde Barış Manço bir de siyasetle anılmaya başlamış, ve pek çok eleştirinin odak noktası haline gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’ında Hitler’in müziği hangi amaçla kullandığını anlattığım videoda değindiğim gibi, sanatçılar; isteseler de siyasetten uzak duramazlar. Barış Manço’nun da kariyeri boyunca istediği şey; aslında, hakkında çıkan gerçek dışı söylemlere kimsenin kulak asmamasıydı. Çünkü ona yapıştırılan etiketler oldukça fazlaydı. Sağcı, ülkücü, dinci, hatta yobaz bile dendi.
Bu kanalı takip edenler şunu artık çok iyi bilir ki: Bu tarz zorluklar sanatçıları durdurmaktan daha çok, onların sınırlarını zorladığı için, hep daha başarılı olmalarını sağlar. Barış Manço Cumhuriyet dönemi politikalarını çok iyi anlamış, ne yaptığını, amacını ve kimle iletişim kurmaya çalıştığını bilen ve bunu zorlama bir şekilde değil; tamamıyla gönüllü olarak kendi kararıyla uygulamaya koyan birisiydi. Eğer ki ulaşılması gereken ideal, Türk halkını, çok sesli müziğe alıştırarak, türküleri modernize etmek ve böylece Batılı yaşam tarzını; sanatı kullanarak halka benimsetmek ise Barış Manço bu süreçte öncü rol bir oynamıştı. Hatta bu terimden belli ki rahatsız oluyordu. ve belki de bu işi bir ileriye götürmek istiyordu. Onun felsefesini anlamak için, bu konudaki düşüncelerini isterseniz kendi ağzından dinleyelim:
Bence Barış Manço’nun mirası, yalnız şarkılarında değil, halkla kurduğu benzersiz bağda yaşıyor. Onun düşüncelerini tam olarak anlamak için, hakkında dolaşan dedikodulardan daha çok; onun gerçeklerine bakmamız gerekiyor. Elbette üzerinden yıllar geçti. Dünya hala değişmeye devam ediyor. Bugün Barış Manço’nun başarmak için uğraştığı şey artık sanat dünyasında önemsiz görülüyor. Artık; bizden olma, kültüre bağlı kalma gibi dertler yok. Bunların peşinde koşana nostaljik ya da demode deniliyor. Ama müzik felsefesi ile uğraşanlar şunu bilir ki; her dönemin, bilinçli yada bilinçsizce de olsa, hizmet ettiği idealler, amaçladığı bir takım hedefler vardır. Günümüz müzik piyasasında neler olup bittiği ise başka bir videonun hatta çok uzun bir videonun konusu olur.
Bugün sizlere, Batılılaşma adına müzikte atılan; fakat hedefine ulaşamayan adımları, sonrasında değişen dünyayı, ve Barış Manço’nun bu sürece nasıl dahil olduğunu anlatmaya çalıştım. Umarım sizler için faydalı olmuştur. Bugünlük benden bu kadar. Bir sonraki videoda görüşmek üzere. Sevgiler.
Ayrıca sanatçı olduğumu da iddia etmiyorum. Ben öldükten sonra torunlarım ansiklopedilerde Barış Manço’yu “sanatçı” diye okurlarsa, galiba
sanatçı olduğum da tescil edilmiş olacak. Geleceğe ne bıraktığınız önemli. Yoksa insan yaşarken kendi kendine “Ben sanatçıyım” dememeli.
-Barış Manço
Bu video, değerli sanatçı Barış Manço’nun 26. ölüm yıldönümüne ithafen nacizane bir saygı duruşudur.