Ama bu müziği bozmakla suçlanan ilk sanatçı, benim yenilikçi hareketlerinden dolayı çok sevdiğim, sizin Yine Bir Gülnihal eseriyle tanıdığınız Dede Efendi. Osmanlı’da 18. yüzyılda gerçekleştirilen yenileşme-batılılaşma döneminde yaşamış bir isim.
Geleneği bozmakla, müzik geleneğinin dışına çıkmakla suçlanıyor. Ama hangi sanatçı durup dururken kendi kültürünü, müziğini değiştirmek ya da başka bir kültüre benzemek ister ki? Zaten başlangıçta meselenin müzik veya kültürle bir alakası yoktu. Bir tarafta değişen bir dünya ve ona adapte olmaya çalışan bir devlet, diğer tarafta da bu değişikliklere, yeni oluşan taleplere cevap vermek durumunda kalan sanatçılar vardı.
Dede Efendi, Osmanlı’da başlayan yenileşme hareketlerinden sonra bu topraklarda yaşamış her sanatçının tecrübe ettiği gibi – ya da buna her insanın da diyebiliriz – kendisini bir çelişkinin ortasında buldu. Nedir bu? Geleneğini, yani kendi kültürünü takip etmekle modern ve en gelişmiş olanı yakalamaya çalışmak arasında kalma durumu. Pek tabii böyle bir ikiliğin ardından Dede Efendi, kendi sanatına iki farklı yolda devam etme kararı aldı; ya da başka bir deyişle bu iki yolun sadece birini seçemedi ve her ikisini de yapmak zorunda kaldı.
Hem içinde yetiştiği müzik geleneğini sürdürerek yüksek ve gelişmiş sanat eserleri verdi, hem de gelişmekte olan kent yaşamının popüler taleplerine cevap verebilecek şarkılar yazdı. Bugün ülkemizde hâlâ etkisini gösteren bu çatışma üzerinde biraz duracağız.
Çünkü bu çatışmaya sanat alanında gösterebilecek en iyi örneklerden biri Dede Efendi. Ama sanat bir kenara, Dede Efendi bir kenara; bugün bile etrafınıza, hatta kendi iç dünyanıza baktığınızda her birey çoğu zaman modern ile gelenek arasında kalıyor ve farkında olmasa da bu ikiliklerin iç huzursuzluğunu yaşıyor. Farklı iki kültür birbirleriyle iletişime geçtikçe ve bu iletişimlerini sürdürdükçe birbirlerinden kaçınılmaz olarak etkilenirler ve zaman içerisinde değişime uğrarlar.
Aslında bu doğal bir süreçtir. Ama bir geri kalmışlık hissinden kaynaklanan yenileşme hareketleri doğal sürece tabi değildir ve kısa zamanda büyük bir değişim yapmayı planlar. Fakat yapılan bu plan hayata geçirilemedikçe, içselleşmedikçe, insanlar üzerinde negatif etki yaratmaya başlar.
Ben bugün size Dede Efendi’nin mutlaka dinlemeniz gereken dört önemli eserinin ismini vereceğim. Hatta bu isimleri açıklama kısmına bıraktım. Ama onun öncesinde yaşadığı çatışmaların neden kaynaklandığını daha iyi anlamamız için onun dönemine ve yaşantısına kısa bir göz atacağız.
Çünkü siz de biliyorsunuz ki her sanatçı ya da her sanat eseri, kendi döneminde, kendi zamanının imkân ve şartları içerisinde var olabilir. Sanatın tarihsel ve kültürel bir yanı olduğundan, o dönemde yaşamış bir sanatçıyı yenileşme bağlamında değerlendirmek onu anlamamız açısından daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum.
Hem devletler, hem sosyal yaşam, hem siyaset dünyada köklü değişikliklere zorlanırken, bir sanatçının bu sürece nasıl cevap verdiğine bakmak; kendisini ve sanatını nereye, nasıl konumlandırdığını anlamak perspektifimizi geliştirmek adına bence çok önemli. O yüzden takvimleri şöyle 13. yüzyıl Avrupa’sına çevirelim diyorum; oradan yavaş yavaş kendi konumuza tekrar geliriz.
Bizim sonradan zoraki yapmaya çalıştığımız değişiklikler, aslında Avrupa’da yıllar önce doğal bir şekilde gerçekleşmeye başladı. Orta Çağ’da Avrupa’da – ya da Anadolu’da fark etmez – toplumsal örgütlenme biçimi olarak feodal sistem vardı. Bugün nasıl kapitalizm varsa, o günlerde de feodalizm rüzgârları esiyordu.
Bu sistemi anlamak bizim için çok basit. Çünkü feodal sistem, ülkemizde 20. yüzyıla kadar varlığını sürdüren ağalık sistemi ile aynı. Bu sistemde soylulara ya da bir ağaya ait olan topraklarda üretim yapan köylüler, çok az bir miktarını kendilerine ayırdıktan sonra geriye kalanı toprak sahiplerine verirdi.
Konuyla ilgili daha çok bilgi edinmek isteyenler, bu konuda tabii ki Yaşar Kemal’in İnce Memed serisini okuyabilir. Türkiye’yi ya da dünyanın geçirdiği aşamaları daha iyi anlamak isteyen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu kitap, feodal sistemde var olan bir insanın iç dünyasını ve mücadelesini çok iyi bir şekilde anlatıyor.
Yaşar Kemal bu eser için “Beni dünyaya tanıttı” diyor ki gerçekten de şöhretini sonuna kadar hak eden önemli bir eser. Konumuz müzik; “Niye bunları anlatıyorsun?” diye düşünebilirsiniz. Haklı bir eleştiri belki, ama videonun başında söylediğim gibi yenileşme hareketlerinin asıl hedefi kültür veya müzik değildi.
Müziğe gelmemiz için o vakte kadar yaşanılan gelişmelerden söz etmemiz gerekiyor. Ama merak etmeyin, asıl konumuza ileride geri döneceğiz. Yani bizde 20. yüzyıla kadar süren bu hiyerarşik sistem, bir zamanlar Orta Çağ Avrupa’sında da vardı. Fakat 13. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da bir şeyler değişmeye başladı.
Bu değişimin ülkemizde yaşanan değişiklikten en önemli farkı – tekrar vurgulamak lazım – kendiliğinden olmasıdır. Biz ise bu değişiklikleri zorunlu olduğumuz için gerçekleştirmeye çalıştık. İkisi arasında büyük bir fark var. Avrupa kendiliğinden tarıma dayalı feodal sistemlerden, dini otoritelerden ve hiyerarşilerden kopmaya başladı.
Bir ticaret sınıfı gelişti ki bu çok çok önemliydi. Çünkü ticaret sınıfının gelişmesi, servet birikimine olanak sağlıyordu. Bu durum zaten feodal sistemde mümkün değildi. Servet olunca insanların refah seviyesi arttı ve refah arttıkça bilimsel düşünce kendine yer buldu.
Ve bilimsel düşünceyle artan bilgi birikimiyle beraber, artık yeni bir düzen olan Sanayi Devrimi’nin sesleri duyulmaya başladı.
Ve bilimsel düşünceyle artan bilgi birikimiyle beraber, artık yeni bir düzen olan Sanayi Devrimi’nin sesleri duyulmaya başladı. Bütün bunları devlet, toplum ya da üretim şekli değişikliği olarak ele almayacağız bu videoda. Bunlardan bahsetmeyeceğim.
18. yüzyıla gelindiği zaman Avrupa’da sürekli değişim yaşanırken, açık görüşlü ve uzlaşmacı bir anlayış varken Osmanlı’da dışarıya kapalı ve değişime oldukça uzak bir kültür hakimdi. Avrupa, ticaretin geliştiği, daha dünyevi bir düşüncenin bireyin var olabildiği bir yerken; Osmanlı’da dini kaygıların yüksek, geleneksel yapının hâlâ sürdüğü ve bireyin söz konusu bile olmadığı bir dönem yaşanıyordu.
Zaten tüm bunları da böyle görmemek lazım. Çünkü burada vurgulamak istediğim şey; bir toplumun nasıl yaşadığının, nasıl örgütlendiğinin, insanların zihin dünyalarını nasıl değiştirdiğine dair bir konu.
Artık konuyu müziğe bağlamadan önce bu durumun neden böyle olduğuna dair bir şey daha eklemek istiyorum. Bu değişime uzak olan kültürümüzün var olmasının en büyük sebeplerinden biri, “nizam-ı âlem” denilen felsefi bir fikir.
Bu fikir, Tanrı’nın yani Allah’ın evreni mükemmel bir şekilde yaratmış olduğunu savunuyor ve tıpkı doğanın müthiş dengesi gibi devlet ve toplum da bu evrenin bir parçası olarak görülüyor. Bundan dolayı kesinlikle değişmemesi gerektiği düşünülüyordu. E tabii feodal toprak sahipleri yani ağalar da işin içinde olunca, değişmemeye olan güçlü inanç her fırsatta pekiştiriliyordu.
Fakat işler öyle bir noktaya geldi ki değişim bir opsiyon olmaktan ziyade bir zorunluluk haline dönüştü. Çünkü Batı’nın üstünlüğü artık reddedilemeyecek bir seviyeye ulaştı. Ticaret ve onun getirdiği etkileşime dayalı yeni sistem dünyada kendine yer bulurken, kapalı bir sistemle varlığını sürdürmek imkânsız hale geldi.
Osmanlı’nın yenileşmenin zorunlu olduğunu kabul etmesi, kaybedilen savaşlar neticesinde oldu. Batılılaşmaya askeri düzenden başlayan yönetim, kaybedilen savaşlar sonrası şu acı gerçeği çok net bir şekilde anladı: Kendi varlığını sürdürebilmek ancak sistemli bir yenilik hareketi ile mümkündü.
Yani videonun başında değindiğim gibi başlangıçta ortada müzik falan yoktu. Kaybedilen savaşlar devletin varlığını tehdit edince Osmanlı devleti değişim hareketlerini askeri alanda başlattı. Ancak yapılan yenilikler bir türlü sonuç vermiyordu.
Ortada bir sorun vardı ama neydi? Kaybedilen savaşlar ve başarısız yenileşme hareketlerinden sonra Osmanlı bu sefer başka bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı: Yenilik zorunluydu ama toplumda, insanlarda bu değişimleri yapabilecek bir düşünce altyapısı yoktu.
Çünkü çileci bir yaklaşımla dünyayı algılayan, her şeyin zaten mükemmel olduğuna inanan, kişisel hak ve mülk gibi kavramları hayatı boyunca duymamış, asırlardır hiyerarşik bir düzende yaşayan insanlardan bir anda dünyevi bir iş olan ticaretle ilgilenip servet biriktirmelerini ya da bilimle uğraşıp güçlü silahlar üretmelerini bekleyemezsiniz.
İşte müzik tam da burada karşımıza çıkıyor. Yani diğer alanlarda yapılan yeniliklerin hayata geçirilebilmesi için bir kültür değişikliğine ihtiyaç duyulduğunda.
Olayı daha fazla uzatmak istemiyorum ama bu kültür ve zihin yapısı değişikliğini Tanzimat Fermanı’na bakarak çok net bir şekilde anlayabilirsiniz. Herkesin mal ve mülke sahip olması, bunu miras olarak bırakabilmesi, yargılamada açıklık sağlanarak hiç kimsenin yargılanmadan idam edilememesi, tüm vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması gibi maddeler aslında bir birey yaratma çabasıdır.
Elbette ne Tanzimat ne de batılılaşma hareketleri kısa sürede toplum üzerinde yeterli etki yaratamadı. Çünkü Osmanlı geleneğine çok bağlı ve değişmek istemeyen bir toplumdu. Onlar için mal mülk sahibi olmak ya da insanın devlet için değil de devletin insanlar için olduğunu anlamak, bunu kabul etmek, bu yönde bir zihniyet değişikliği yaşamak çok ama çok zordu.
Bu yüzden insanlar üzerinde bir felsefi değişiklik yapması beklenen hareketler, tam tersine yıkıcı, travmatik etkilere sebep oldu. Bir ayrım, bir çelişki, bir çatışma yaşanmaya başladı. İnsanlar hem geri kalmışlık hissine kapılarak yeniyi takip etmek istedi, hem de yeniyi takip ettikçe kendilerini geleneğe ihanet eden biri olarak gördüler.
Dede Efendi bu çelişkiyi görebileceğimiz en iyi tarih örneklerinden bir tanesi. Kendisi Mevlevihanelerde eğitim gören, felsefi altyapısının burada oluştuğu bir isim. Bu sistemde uygulanan çile gibi zorlu bir perhiz döneminden geçmiş, neredeyse hayatını tamamıyla manevi yönde yaşamış birisi.
Ama değişim hareketlerinden sonra kendisinden sanat değeri olmayan hafif işler talep edilmeye başlanıyor. Bu tabii bir çelişki doğuruyor. Dede Efendi’nin belki bununla başa çıkabilecek bilgi birikimi vardı. Ama büyük ölçekte toplum bazında düşündüğümüzde, insanların ne tür çelişkilerle baş etmek zorunda kaldığını çok rahat bir şekilde anlayabilirsiniz.
Halkı suçlamak bizim ülkemizde herkesin başvurduğu bir kaçış yöntemi ama mesele bence o kadar da kolay değil. Ahmet Hamdi Tanpınar konuyla alakalı şunu söylüyor:
“Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi Oedipus kompleksi – yani bilmeyerek babasını öldürmüş olmanın kompleksi – içinde yaşıyoruz derdim.
Değişim herkes için bu kadar kolay değil. Herkes bunu yapmak istemez. Daha doğrusu herkes bunu beceremez. O yüzden batılılaşma, yenileşme hareketleri bizde hep yarım kalmıştır, hep de sıkıntılıdır. Avrupa Birliği bugün bile bizi kendisinden görmez. Haksız da sayılmazlar.
Ama doğuya baktığınızda da sonuç değişmiyor. Onlar da bizi kendilerinden görmez. İş bize gelince umarım biz de bir gün kendimiz olma yolunda ciddi adımlar atarız.
Öyle bir zaman ki, o dönemde Dede Efendi geleneği takip ettiği için fazla muhafazakâr olmakla itham edilirken; diğer taraftan yenilikçi tavırlarından dolayı geleneği bozmakla suçlanmış. Tüm bu hengamenin ortasında kalan Dede, elbette bir şeyleri değiştirmek zorunda olduğunun farkındaydı.
Zaten o dönemde Osmanlı’da çevresindeki ortamda şöyle bir manzara vardı: Padişahlar artık opera dinliyordu. Saraya Avrupa’dan piyano sipariş ediliyordu. Donizetti Paşa olarak bilinen Giuseppe Donizetti, 1828 yılında İtalya’dan getirtilerek Osmanlı ordusunun bandosunu kurmakla görevlendiriliyordu. Hatta Sultan Abdülmecid, Dede Efendi’ye basit ve sanat değeri olmayan eserler yazması için ısrarlarda bulunuyordu.
Yani gelenek zaten değişiyordu. Dede Efendi, böyle bir zamanda çelişkilerin yaşandığı bir ortamda kendince şöyle bir çözüm üretti ki bu, aslında çoğu sanatçının aynı durumda yapacağı şeydi: Müziğini iki kollu olarak düşünmek.
Hem şehirlerde oluşan piyasa taleplerine, popülizme, saray çevresinde oluşan yeni beklentilere cevap vermek; hem de geleneksel müziği modernleştirerek devam ettirmek.
Burada bazı kritik şeylerin altını çizmek istiyorum: Bir kere ticaretin gelişmesinin, şehirlerin büyümesinin, yaşamın daha kompleks hale gelmesinin – yani modernleşme eğilimlerinin – sanat üzerinde kesin bir etkisi vardır. Maalesef ki toplumlar daha modern hale geldikçe, estetik anlayışlarında gözle görülür, inkâr edilemez bir düşüş yaşanır.
Bunu modern sanata ufak bir bakış atarak kolayca anlayabilirsiniz. Diğer yandan basitlik, akılda kalıcılık, herkesin anlayabileceği bir seviyede kalma zorunluluğu, yüksek sanat beklentilerini yok eder. Bu yüzden Osmanlı’da yenileşme hareketleri yaşanırken, Türk makam müziği bir piyasa mantığıyla popülerleşirken şu değişimler yaşandı:
Tercih edilen makam sayısı azaldı ki Avrupa’da kurumsallaşmış olan 12 tonlu eşit tampere sistemine yaklaşanlar oldu. Ezgi kalıpları kısaldı ve uzun formlardan vazgeçilerek şarkı formu baskın hale geldi. Yani daha komplike, daha karmaşık makam ve usullerden daha basit olana doğru bir geçiş yaşandı.
Bunların haricinde tabii ki müzik, ticari kaygı duyulan, kendisinden ticari kâr beklenen bir meta haline dönüşmeye başladı. Müzik, küçük mekânlarda yapılan bir kültürel etkinlikken, kamusal alanlarda daha fazla kalabalığa hitap eden ticari bir şeye dönüştü.
Tabii ki ticari kaygının bu kadar işin içine girmesinin bir sonucu olarak, sanatın konu edindiği şey maneviyattan uzaklaşarak daha dünyevi bir hal almaya başladı. Eserlerde kullanılan manevi yüklü sözler artık kendini yavaş yavaş dünyevi işlere bırakıyordu. Hafif sözler tercih edilmeye, aşk temalı şarkılar popülerleşmeye başlıyordu.
Bu alanda Dede Efendi kendi sınırları içerisinde yapabileceği yenilikleri yaptı. Ama şunu da söylemek lazım ki o, bu basitleşmeyi yaparken popüler talepler için ürettiği eserlerinde bile yüksek sanat öğelerini kullanmaya gayret etmiş ve kolaycı çözümlerden her zaman uzak durmuştu.
Sözlerinde ise toplumun her kesimine seviyeli bir şekilde hitap etmişti. Sanatının diğer kolu olan geleneksel müzikte ise kendisinden önceki klasik dönemde şiirler divan edebiyatından seçilirken, Dede Efendi bu geleneğin dışına çıkarak halk şairlerinin de şiirlerine yer vermeye başladı.
Bunun haricinde teorik alanda ortaya koyduğu beş makam ve bir usul, aslında geleneksel olanla modern olanı buluşturma çabasıydı. Örneğin Ferahfeza makamını yeniden gün yüzüne çıkarmasının en büyük sebebi, bu makamın içinde bulunan Acemaşiran’ın Batı müziğindeki fa majöre tekabül etmesiydi.
Bugünden bakıldığında Dede Efendi modern gözükmeyebilir. Sizin için onun müziği belki çok eski ya da çok geleneksel tınlayabilir. Ama görüldüğü üzere o, zamanın getirilerine ayak uydurmaya çalışmış, yaşanılan toplumsal krizlerin bir çözüme ulaşması için elinden geleni yapmış, aslında kendisinden beklenmeyecek kadar modernleşmiş bir insandı.
Bana Türk müziğinden sadece bir isim verdiyseniz, elbette Dede Efendi’yi seçerdim. Bence hiçbir besteci ile karıştırılmaması gerekiyor. Siz onun Yine Bir Gülnihal parçasını biliyorsunuz tabii ki ama eminim ki Yüzündür Cihan-ı Münevver, Mah Yüzüne Âşıkânım Ey Bût-i Nev-Eda isimli eserlerini de severek dinlersiniz.
Bunlar tabii şarkı formunda. Ama merakı yüksek olan arkadaşlar için bir de yüksek sanat eseri verelim: O da geleneksel formda Rast Kâr-ı Nâtık adlı eser. İçinde 23 makam ve bu makamların özelliklerini taşıyan bu eser, gerek klasik kâr formundan farklı biçimlendirilmesi, gerek usulü, gerek ezginin işlenişi ve karakteri bakımından oldukça yenilikçidir ve pek tabii müzikte modernleşme çabalarının en güzel örneklerindendir.
Eğer kendi kültürünüzü iyi bilmezseniz, kendi geçmişinizi bilmezseniz; çağdaşlaşmak ya da modern olmak sizin için sadece ve sadece bir başkası olmak anlamına gelir. Uygar biriyim diye dışarılarda dolaşırsınız ama olduğunuz sadece bir başkasını taklit üzerine kurulu olur ve büyük bir ihtimalle de içselleşmemiştir.
Bu yüzden bu topraklarda müzikle ilgilenen her insanın, Klasik Türk Müziğini dinlemese de beğenmese de bilmeme ya da tanımama gibi bir şansı yok. Dede Efendi’yi tanımak, onun yaşadığı çatışmaları anlamak aslında biraz da kendimizi anlamakla alakalıdır.
Bugün sizlere bu önemli bestekârın yaşadığı dönemi, çatışmaları ve kendince bulduğu çıkış yollarını fazla teknik detaya girmeden anlatmaya çalıştım. Umarım sizler için faydalı bir video olmuştur.
Bugünlük benden bu kadar. Bir sonraki videoda görüşmek üzere. Sevgiler.