Batı Müziği mi, Türk Müziği mi? | Bir Fransız Kıyasladı!

Batı müziği ile Türk müziği arasındaki fark nedir? Bir Fransız diplomat olan Charles Fonton bu soruyu cevaplayan ilk Avrupalıydı. Kendisi İstanbul’da 7 yıl yaşamış ve bu kültürü daha iyi anlamak için bir süre musiki dersleri de almış. 1751 yılında kaleme aldığı denemesine çok ilginç bir hikaye ile başlıyor.

Türklerin müziğin kökenine dair görüşlerini merak eden Fransız diplomat o dönemde bu soruya bir efsane ile karşılık verildiğini görmüş. Bu efsaneye göre tanrı dünyayı yaratmadan önce doğacak olan bütün ruhlara gök cisimlerinin hareketlerinden oluşan ilahi ezgiyi dinletmiş. Bu müziği dinleyen ruhların çoğu bundan zevk alırken birazı daha az hoşlanmış ve birkaç tanesi ise ilgisiz kalmış.

İnsanların çoğunun müzikten hoşlanmasının hatta müzikten hoşlanmayanların eksik, kusurlu ya da duygusuz olmalarının sebebi daha zamanın en başında tanrının ruhlara dinlettiği bu ezgiymiş. Fonton’un bu hikaye tepkisi ise hayal mahsulü olduğu şüphesiz olan bu açıklamanın aslında hiçbir şeyi açıklamadığı yönünde. O yüzden doğu insanını gerçeği masaldan ayırt edemeyen insanlar olarak tanımlıyor.

Batıdan doğuya bakışlar bugün konuşacağımız denemede olduğu gibi genelde küçümseyicidir. Bu metinde de bunu zaman zaman hissediyorsunuz ama genel olarak Fonton’un objektif olmaya çalıştığını söyleyebilirim. En azından bu karşılaştırmayı yapmak için acele etmemiş.

Zaten söze kültür farklılıklarının doğal olduğunu ve bu farkları anlamak için uzun ve zahmetli bir alıştırma sürecinden geçmek gerektiğini söylüyor. Kendisi de 7 yıl İstanbul’da yaşamış hatta benim memleketim olan İzmir’de de uzun bir süre yaşamış. Kesin olmasa da yine İzmir’de vefat ettiği ve hatta ailesi tarafından İzmirli Fonton olarak anıldığı söyleniyor.

Yani bizim kültürümüzle bir hayli diyalog kurmuş birisi. O yüzden bu kültüre dair eksileri sayarken kendince gördüğü artılara da yer vermiş diyelim. Bu iki kültürün müziğini karşılaştırmadan önce müzik dışında var olan farklı bakış açılarına dikkat çekiyor Fonton ve bence müthiş tespitlerde de bulunuyor.

Örneğin doğu insanının karakteri üzerinde bazı analizler yapmış. Benim de yıllardır en çok dert yandığım bir probleme yer vermiş. Biliyorsunuz ki bizde herkes her şeyi bilir.

Ama iş öğretmeye gelince kimse elini taşın altına koymaz. Bunu fark eden Fransız diplomat denemesinde şöyle bir cümle kullanıyor. Doğulular kendi bilgilerini hep bir başkasının cehaletiyle kıyaslayarak ölçer.

Başkalarına aktarılacak bilginin de kendilerinden eksileceğini sanırlar. Denemenin tarihi 1751 ama maalesef bu bakış açısı bugün de yüzyıllar geçmesine rağmen hala değişmiş değil. Ben bu yaklaşımla zaten sosyal medyada sık sık karşılaşıyorum.

İnsanlar bildiklerini paylaşmak yerine karşısındaki düzeltme küçümseme ya da bir üstünlük kurma mücadelesi içerisine giriyor. Genellikle iletişim tarzı ben de biliyorum değil de sen bilmiyorsun yalnızca ben biliyorum hatta en iyi ben biliyorum şeklinde. Aradan neredeyse 300 yılı geçti ama hala bu konuda ciddi bir ilerleme kaydedebilmiş değiliz.

Fonton bu düşüncesini pekiştirmek için çok ilginç bir efsaneden de yardım almış. Hedefinde Türk musikisinin en büyük isimlerinden biri olan Abdülkadir Meragi var. Rivayete göre Meragi bilgisini asla paylaşmayan kimseye bir şey öğretmeyen ketum birisiymiş.

Bunu bilen Timur hükümdarı Hüseyin Baykara ise bu durumu değiştirmek için bir plan yapar. Müzik konusunda çok yetenekli olan Gulam adında bir köleyi güçlü kuvvetli ama sağır ve dilsizdir diyerek Meragi’ye hediye eder. Çünkü aksi takdirde ketumluğundan dolayı Meragi’nin bu hediyeyi kabul etmeyeceğini bilir.

Meragi Gulam adındaki bu köleyi birkaç kez test ettikten ve hiçbir şey duymadığından emin olduktan sonra yanında serbestçe müzik çalışmalarına başlar. Ve gel zaman git zaman hafızası mükemmel olan Gulam Meragi’nin tüm eserlerini ezberler ve sonrasında Hüseyin Baykara bu köleyi tekrar kendi sarayına çağırarak öğrendiklerini orada icra etmesini ister. Günlerden sonra bir gün saraya gelen Meragi daha henüz kimseyle paylaşmadığı bir eserinin başkası tarafından söylendiğini duyunca bir de bu kişinin sağır ve dilsiz olarak tanıdığı kölesi Gulam olduğunu görünce imparatorun kendisinde oynadığı oyunu hemen anlar ve onun huzuruna çıkarak artık Gulam’la ben aynı ülkede kalamayız içimizden birini sürgüne sınır dışına gönder der.

Hüseyin Baykara hocaya çok saygı duyduğundan bu olayın sonunda Meragi’yi ülkede tutarak Gulam’ı sürgüne gönderir. Hikaye burada bitmiyor tabi ama bu efsane doğu toplumlarında bilginin nasıl korunduğunu hatta bazen nasıl kıskanıldığını çok net bir şekilde açıklıyor. Bu yüzden Fanton doğu toplumlarında yaşanılan bu bilgi problemini bu efsaneyle desteklemiş.

Gelelim asıl konumuz olan müzik karşılaştırmasına. Fransız diplomat bu iki müziği kıyaslarken aslında çok fazla teknik detaya girmiyor. Zaten bu iki müziğe bakınca göze çarpan ilk şey herkesin bildiği üzere birinin çok sesli diğerinin ise tek sesli olması.

Batı müziği çok sesli olup 4 ayrı partinin her biri farklı bir melodi çalabiliyorken doğuda herkes tek bir melodiyi birlik içerisinde çalıyor. Fanton buraya ufak bir not düşerek Avrupa müziğine zenginlik veren şeyin bu çok sesli yapı olduğunu fakat doğunun melodik olarak daha zengin olduğunu söylemiş. Bunu da açıklamak için elbette Avrupa müziğinde olmayan koma seslerine değiniyor.

Avrupa bir tam sesi ikiye bölüp bunun dışındaki seslerle ilgilenmezken doğuda bir tam ses 9 parçaya kadar ayrılabiliyor. Bu yüzden doğunun diğer tüm müziklerden daha derin ve daha duygulu olduğunu kabul etmiş Fanton. Fakat dinleyen de hep aynı izlenimi yarattığı için bu müziği ruha hitap edip onu yatıştıran ve uyutan bir nehir olarak tasvir etmiş.

Batının ise anlatım gücünün çok yönlü olduğunu, sularını bilinçle akıtan, toprakların gereksinliğini bilen, bolluk ve refah getiren bir nehir olarak tanımlıyor. Yani doğu için içli dokunaklı ama cansız ve gevşek derken batı için sert, diri, neşeli yorumunu yapmış. Daha sayılabilecek bir sürü teknik detay var tabi ki ama burada şu parantezi açalım.

Fransız diplomat doğu müziğini monoton ve tekdüz olmakla suçlamış ki gerçekten de bu eleştiri kabul edilebilir ama daha önceki videolarda söylediğim gibi bunun sebebi müziğin yapısı değil. Bu tamamıyla o zamanda o topraklarda yaşayan insanların seçimleriyle, hayat görüşleriyle alakalı. Batı müziği neşeliyken doğu müziği neden hüzünlü? Bu farkı anlamak için isterseniz bir örneğe başvuralım.

Mesela Avrupa Birliği’nin marşını düşünelim. Beethoven’ın 9. Senfonisi’nin final bölümü. Ode to Joy.

Ne demek Ode to Joy? Neşe’ye övgü. Neşe’ye övgü mü? İşte teknik detaylardan daha çok buraya odaklanmamız gerekiyor. Bu topraklarda böyle bir şey söylemek mümkün mü sizce? Böyle bir felsefe, böyle bir bakış açısı.

Bizim müziğimizde olsa olsa hüzne övgü olur. Acıya, çileye, ölüme. Neşe’ye övgü olsa bile kim dinleyip kim sahiplenir ki onu? Biri öldüğü zaman bile kurtuldu diyoruz.

Yani yaşam bizim için kurtulması gereken bir şey. Kutsanacak ya da övülecek bir şey değil ki. Yani batı ve doğu müziğinin uyandırdığı duyguların sebebini anlamak için teknik-teorik farklılıkları bir kenara bırakıp hayatın kendisine odaklanmamız gerekiyor.

Yoksa bir müziğin yapısı o kadar da önemli değil. O müzikten hüzün de çıkar, gerilim de çıkar, mutluluk da çıkar. Önemli olan o kültüre sahip olan insanların elindeki malzemeyle ne anlatmak istediği.

Neyse biz dönelim Fanton ve onun denemesine. Çünkü Fransız diplomatı Türk musikisi geleneğinde çok şaşırtan bir şey var. O da farklı makamların günün farklı zaman dilimlerinde kullanılması.

Fanton o dönemde bir günün dört farklı periyoda ayrıldığını ve müzisyenlerin bu ayrıma titizlikle uyarak çalacağı eseri günün o vakti için ayrılan makamlardan seçtiğini gözlemlemiş. Aslında bu uygulama bugün hala devam ediyor. Özellikle ezanda.

Türkiye’de ezan Araplardan farklı olarak sabahleyin sabah, öğlen rast, ikindi hicaz, akşam segah, yatsı ise uşak makamında okunuyor. Bu uygulamanın amacı insan her vakitte aynı duyguda olmadığı için o vakte uygun olduğu düşünülen makamları çalarak müziğin etkisini arttırmak. Ama biraz derinlemesine düşündüğünüzde şunu görüyorsunuz ki bu uygulama her ayrı her ayrı insan için aynı reçeteyi kullandığından bunun işe yarayacağını düşünmek kulağa biraz safça geliyor.

Zaten Fanton’un bu konu hakkındaki nihai yorumu da şu olmuş. Aslında gerçekleşmesi imkansız olan bu tasarıyı düşünebilmiş olan doğruları kutlamak gerekir. Bu durum onların insan ruhunu ve tutkularını derinlemesini anlayıp bildiğini gösterir.

Denemesinde kıyaslama yapmaya devam ediyor Fanton ama artık buralara fazla değinmek istemiyorum. Hızlı bir şekilde özetlemek gerekirse Türk müziksinde kimsenin fizik ve geometriyle ilgilenmediğini, sesleri notaları bilimsel yönüyle ele almadıklarını, bir kuram teori kitabı bulunmadığını, hatta nota yazımının bile olmadığını ve bunun öğrenmede ve nesiller arası aktarımda çok zorluklar çıkardığını uzun uzun anlatmış. Ben artık bu farklılıkları burada noktalayıp videoyu ortak bir yönle bitirmek istiyorum.

Bu kadar farklılığın arasında hiç mi ortak nokta yok? Charlie Fanton tam tamına hemfikir olduğumuz tek bir şey var diyor. O da müziğe atfedilen doğaüstü güç. Her iki kültürde de müzik mucizevi bir kuvvet olarak görülüyor ve Fransız diplomat bu konuyla alakalı o dönemde küçük bir kitapta ilginç bir hikaye okuduğunu söylüyor.

Efsane Türk musikisi tarihinde ilk kaynak olarak gösterilen Şerifiye adlı kitabın yazarı Safiyyüddin Urmevî ile alakalı. Günlerden bir gün Mısır’ın alimleri devlete ve yönetime zarar verdiği gerekçesiyle Kahire kentinde müziği yasaklama kararı almış ve Mısır sultanı da bu yasağı ikna etmişler. Fakat ünlü teorisyen Safiyyüddin Urmevî bu haberi alır almaz hemen sultanın yanına varır ve bunun çok yanlış bir karar olduğunu eğer kendisine bir fırsat verilirse müziğin mucizevi gücünü tekrar kanıtlayabileceğini söyler.

Sultan da Urmevi’ye planının ne olduğunu sorar. O da bir deveyi 40 gün susuz bırakın daha sonra onu su dolu bir havuzun önüne koyun. Eğer deve müziğimle susuzluğunu unutursa bu kararınızdan geri dönersiniz der.

Sultan bunu kabul eder ve deveyi güvendiği askerlerine emanet ederek 40 gün boyunca bir odada bekletir. Bu sürecin sonunda deve havuzun yanına getirildiğinde deveyi zapt etmekte zorlanan askerler onu ellerinden kaçırırlar. O anda Urmevi bestelediği eserlerden birini okumaya başlayınca suya doğru hızlıca koşmakta olan deve durup müziğe kulak verir.

Urmevi şarkıyı kesince su içmeye başlayan deve, Urmevi’nin şarkıya her tekrar başladığında su içmeyi durdurarak ezgilere dikkat kesilir. Ve tabii ki Sultan bu olaya şahit olduktan sonra yasaklama kararından geri döner. Doğu ya da batı fark etmez.

Müzik tanrısal bir şey olarak görüldü hep. Bu sanırım bütün kültürlerin ortak noktası. Ama sonuçta kültürler dünyanın her yerinde farklı farklıdır.

Kim bilir belki bir kültür diğerinden gerçekten de üstündür. Ya da belki de her biri kendi zamanında ve kendi toprağında güzeldir. Bugünlük benden bu kadar olsun.

Bir sonraki videoda görüşmek üzere. Sevgiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir