Hani bizde deli olmadan veli olunmaz derler ya.. Benim de deli mi yoksa dahi mi olduğunu pek anlayamadım bir müzisyen var…Aslında onu çoğumuz sade, kolay ama bir o kadar da güzel piyano parçalarından tanıyoruz… Ama bence o biraz daha yakından tanımayı hak ediyor: Erik Satie.
Her sabah, 7:18’de kalkıp 12:11’de öğle yemeğini yer, 22:37’de de uyurdu. Bunun dışında gittiği her yere şemsiyesini ve çekicini götüren, tek üyesinin kendisi olduğu bir tarikat kuran, ona hangi formda müzik yazıyorsun diye sorduğunuzda “Armut formunda kardeşim” diye cevap veren, şakacı, uyumsuz ama herhalde müzik tarihin gördüğü en eksantrik karakterlerden biri Erik Satie.
Elbette bu videoda onun tuhaflıklarından, şakacı tavrından bahsedeceğiz uzun uzun ama daha önemlisi onun, müzikte ne yapmaya çalıştığını, ve günümüz müziğini nasıl etkilediğini anlamaya çalışmak olacak.
Anlamaya çalışmak diyorum çünkü tahmin edersiniz ki, anlaşılmamaya hatta yanlış anlaşılmaya çok müsait biri.
Şimdi insanların çoğu, doğal olarak ortalama bir seviyede hayatını sürdürür. Her ne kadar hayatın içinde garip ya da yanlış buldukları şeyler olsa da, toplum onları doğru bulduğu için bu genel kabullerle savaşmak yerine olanları kabullenip buna göre yaşarlar.
Ama özellikle sanatta ve bilimde sınırları zorlayan kişiler, bilinçli bir şekilde kendini toplumdan soyutluyor. Çünkü Albert Camus’un tabiriyle normalleşmek, yani topluma uyum sağlamak onlar için oldukça zor bir durum. Bunu Erik Satie’de de göreceğiz ama mesela bir Beethoven de örneği var.. E bilim dünyasında Nikola Tesla ya da Newton gibi isimler zaten herkes tarafından biliniyor ama bunun örneklerini çoğaltabilirsiniz. Herhangi bir alana kafayı takmış ve bu konuda sınırları zorlayan kişiler, toplumla kurdukları diyalogları saçma ya da gereksiz bulabiliyor. Bir vakit kaybı olarak görebiliyor… ya da ne bileyim… yani belki de zekalarına yapılmış bir hakaret olarak görüyorlar.
Erik Satie de kesinlikle toplum karşıtı, gelenek karşıtı bir karakter. İnsanlarla arası hiç ama hiç iyi değil. Öyle ki, ömrünün büyük bir bölümünü Paris’in arka sokaklarında tuttuğu bir odada geçiriyor ve arkadaşlar… anlatılana göre 32 yaşındayken tuttuğu bu odaya, dünyadan göçtüğü 59 yaşına kadar tek bir misafir bile kabul etmiyor. Dünyadan ve insanlardan uzak, münzevi ve son derece alışılmışın dışında bir hayat.
—
Takvimler 17 Mayıs 1866’yı gösterdiğinde Fransız bir baba ve İngiliz bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi Erik Satie. Fakat henüz daha altı yaşındayken çok erken bir kayıpla annesini kaybetti. Babası, bu olaydan sonra aldığı kararla, onu ve kardeşini başka bir şehirde bulunan, aile evine, babaannesinin yanına gönderdi.
Küçük Satie’nin ilk müzik derslerini aldığı yıllar işte bu yıllardı. Yatılı bir okulda eğitim görmeye başlamıştı… fakat on iki yaşına geldiğinde babaannesi de kaybetti. Ve bu kez, alıştığı her şeyi tekrar geride bırakıp… Paris’e, babasının yanına dönmek zorunda kaldı.
Yani çocukluğu istikrarlı bir ortamda geçmiyor Satie’nin, Paris’e döndükten sonra babası yeni biriyle tanışıyor, bir piyano öğretmeniyle ve evleniyorlar ama bu evlilik Satie’yi hiç memnun etmiyor çünkü üvey annesinden hiç hoşlanmıyor. Daha o yıllarda mizacını açıkça belli ediyor Satie. Yani… yeni ilişkilerle, sosyal yaşamla, okullarla arasının hiçbir zaman iyi olmayacağının sinyallerini veriyor.
Çünkü üvey annesi onu Paris Konservatuarı’nın hazırlık sınıfına kaydettirince, Satie bu durumdan da memnun olmuyor ve okul binasını “çok rahatsız edici… içi de dışı da hiçbir güzellik barındırmayan bir tür hapishane” olarak tanımlıyor. Zaten bir yıl sonra “Konservatuvar’daki en tembel öğrenci” olarak anılmaya başlayınca… e hikayenin sonunda diplomasını alamadan konservatuardan ayrılmak zorunda kalıyor.
Şimdi onun müziğine ve tuhaflıklarına gececeğiz ama onun bu aykırı tavırlarının sonradan oluşmadığı, bir mizaç olarak kendisinde bulunduğunun altını çizmek istiyorum.
Yani ne başkasının onun hakkında karar almasını ne de eskilerin, geleneklerin doğrularını anlatan bir okulda eğitim görmeyi istiyor Satie. Bunlarla hiç işi yok.
Peki ne yapıyor? Sınırlayıcı olmayan, her türlü aşırılığın doğal karşılandığı, tabiri caizse yüzdeyüz özgür olacağı bir ortam arıyor ki…o dönemde kendi gibi toplumla barışamayanların, küskün aydınların yeri olan kabarelerde piyanist olarak çalışmaya başlıyor. Bu ortamlar günümüz kafe, bar ya da küçük sahnelerine benzetebileceğimiz yarı entelektüel yarı bohem ortamlar. Aile evinden ayrıldıktan sonra bu ortamlarda “sınırlayıcı yetiştirilme tarzından” kurtulmanın mutluluğunu yaşıyor…İşte sürekli yeni bir tarz deniyor mesala. . Bir dönem yarı rahip kıyafetleriyle giyiniyor, başka bir dönem sadece aynı renkte kadife takımlarla dolaşıyor…Herkesin çok sevdiği Gymnopédie, Gnossiennes eserlerini de bestelemeye bu dönemde henüz 22 yaşındayken başlıyor.
Müzikte de konservatuarın sınırlamalarından kurtulunca, enstrasan fikirlerini hayata geçirmeye başlıyor Satie… örneğin benim en çok güldüğüm parça isimleri: Gevşek Prelüdler, “Kurumuş Cücükler” gibi isimler koyuyor parçalarına. Yani bu tamamiyle klasik müziğin ciddiyetiyle alay etmek için takındığı bir tavır. Tabi onun ne zaman ironi ya da şaka yaptığının ayrımına varmak çok zor. Mesela, besteciler notaya eserin hangi tavırla çalınması gerektiğini belirten, “tatlı tatlı”, “şarkı söyler gibi” “hafif bir şekilde” tarzında ifadeler eklerler. Bu ifadeler aslında eseri seslendirecek kişiye yol gösteremsi için eklenir. Peki Satie’nin notalarına bakan müzisyenler ne tür ifadeler görüyordu dersiniz? “çok hastalıklı bir şekilde” “yumurta kadar hafif” yada “Dişi ağrıyan bir bülbül gibi” E tabi bu durum Satie’nin amacını anlamayan bazı müzisyenler için rahatsız edici olabiliyordu.
Yani şu açık ki klasik müziğin ciddiyetine, işte… kalıplaşmış doğrulara karşı daha en başından alaycı bir tavır sergiliyor Satie. Ama anlamakta çok zorlandığımız bazı tercihleri de var. Çoğu eserinde ölçü çizgisi ya da zaman işareti kullanmıyor mesela… Bazı müzik tarihçileri, bu tercihin onun zamanı ölçmek yerine hissettirmek istediğinden, ya da müziğin matematiksel sınırlarına karşı bir duruş sergilediğinden kaynaklandığını söylüyor ama açıkçası bu yorumlar bana çok havada geliyor.
E tabi form anlayışı ile alay ettiği Armut Formunda parçaları var. İşte 8 ölçülük tek bir melodinin 840 kez tekrarlanmasından oluşan Vexations adlı bir eseri var. Eserin icrası yaklaşık 20 saat sürüyor. Şimdi Satie bu eseri bir cezalandırma mı, bir meditasyon mu, yoksa bir şaka olarak mı yazdı belli değil?
Tüm bunlara baktığınızda onun geleceği etkileyebilecek bir fikre sahip olmadığını düşünebilirsiniz. Ama biraz sabredin… çünkü Satie’nin müziğiyle gerçekten geleceğe etki ettiği o asıl noktaya, henüz daha gelmedik.
Şimdi bu garipliklerden sonra asıl konumuza gelmeden önce, eserleriyle alakalı birkaç şey söylemek istiyorum. Onun müziğini dinlediğiniz zaman sıklıkla doğu kültürünün makamlarına, antik dünyanın modlarına rastlarsınız… Çünkü onun karakterinin mistik bir yönü de vardı. Kilise müziğine, ilahilere küçüklüğünden beri ilgiliydi. Gül-Haçlılar adında bir dini topluluğa da üye olmuştu. Fakat sonrasında tahmin edersiniz ki…burayla da anlaşmazlığa düşmüş ve sonrasında dini özgürlüğünü ilan ederek kendi tarikatını kurmuştu. Anlatılana göre kendisi, bu tarikatin tek üyesiydi.
Bu kadar mistik bir tavır sergileyen birinin, müziği aşkın duygularla yaşaması gerektiğini söyleyebilirsiniz… Ama o bu konuda da sizi yanıltır çünkü onun ortaya attığı fikir bunun tam tersiydi.. Erik Satie’nin müzikteki amacı, duygunun olmadığı, sadece “estetik sesler bütünü” yaratmaktı hatta bundan da öte, sesi sadece, ölçülebilen deneysel bir nesne olarak ele almak istiyordu.
Bunun için kendini müzisyen olarak değil, kendi icat ettiği sesleri dizayn eden bir tasarımcı anlamına gelen Phonometrographer olarak tanımlıyordu. Bu da aslında onun kendi zamanında var olan aşırı duygusallığa, büyük orkestrasyonlara, yüksek sanat anlayışına karşı bir duruştu. Böyle bir zamanda duyguyu en aza indirmek hatta belkide müzikten duyguyu ayrıştırmaya çalışmak, yapılabilecek en aykırı hareketlerden biriydi. Herkes müziğe yücelik yakıştırırken, onu yere göğe sığdıramazken, Satie, yalınlığa, öze, müziğin en küçük yapı taşına odaklanmak istiyordu ki bunu zaten eserlerindeki sadelikten kolaylıkla anlayabilirsiniz.
‘Kime sorarsanız sorun, benim müzisyen olmadığımı söyleyecektir ve bu doğrudur. Kariyerimin başlangıcından bu yana, kendimi bir (‘sesbilimsel grafiker) olarak tanımladım. Benim işim, tamamen ses bilimiyle alakalı. Bence ses bilim, müzikten üstün bir şeydir ve gelecek bu alanda yatmaktadır…
Bu yaklaşımının meyvelerinden biri olan “Furniture Music”, Satie’nin geleceği etkileyen en önemli düşüncelerinden. Türkçe’ye “Mobilya Müziği” olarak çevirebiliriz.
Onun Furniture Music ile yapmaya çalıştığı şey, dikkatle dinlemek için bestelenmemiş, aksine bir mekanın, ya da etkinliğin bir parçası olan, çalındığı ortama “dahil edilmiş” bir arka plan müziği oluşturmaktı. Hatta bu müziğin icra edileceği ortamda bulunan insanlara dönüp müziği dinlememeleri gerektiğini söylüyordu. Kendi ifadesiyle bunu nasıl tanımladığına bir bakalım.
“Bence bu müzik melodik, akşam yemeğinde bıçak ve çatal seslerini yumuşatan, onlara hükmetmeyen, kendini dayatmayan bir müzik. Bazen birlikte yemek yiyen arkadaşlar arasında oluşan o ağır sessizlikleri dolduracak. Bu insanları kendi sıradan sözlerine dikkat etme zahmetinden kurtaracak. Aynı zamanda, sohbetin içine ansızın giren çevre seslerini de etkisiz hale getirecek . Böyle bir müzik yapmak, bir ihtiyaca cevap vermek anlamına gelecektir.”
Aslında Satie bu fikriyle hem ambient hem de background müziğin ilk sinyallerini veriyor. Hem kişi başka bir işle meşgul olurken dikkat dağıtmayacak background müzik ama diğer yandan ortamla bütünleşen hem arka planda hem de aktif olarak dinleyebileceğimiz, dokunun ruhun ön plana çıktığı ambient müzik.
Tabi doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi şu an yaşasa ve dünyanın durumunu görse bu fikrin geldiği noktadan çok hoşlanmayabilirdi. Çünkü biliyorsunuz ki bu fikir öyle bir hal aldı ki artık giyim markaları, kafeler, restoranlar kendi kimliklerini oluşturmak için müziği aşırı derece kullanmaya başladılar, artık background müzik, dikkat dağıtmayan arka planda dinlemediğimiz bir müzik değil, kulağımızın dibinde bangır bangır çakan zorla maruz kaldığımız müzikler haline geldi. Yani şimdi Erik Satie’yi düşünüyorum da… müziğini beğenmeyen bir eleştirmene küfürlü bir mektup gönderen hatta bundan dolayı 8 gün hapis cezası almış biri. Herhalde günümüz dünyasının bu durumuyla yüzyüze gelse, eminim ki bunu yönünü oldukça hoş karşılar, ve duygularını ifade etmek için kesinlikle küfür içermeyen nazik sözler seçerdi..
“Sayın tek hücreliler, kapatın şu lanet müziği. “
Bence günümüz müziğine yaptığı bir diğer önemli dokunuş, minimalizm akımında ortaya çıkıyor. Her ne kadar minimalizmin ilk ortaya çıkış tarihi tıpkı ambient müzikte olduğu gibi 1950’ler olarak alınsa da… Erik Satie 8 ölçülük bir motifin 840 tekrarından oluşan bir eser yazdığında sene 1893’tü. Tabi bu eserin icrası 20 saat süreceği için, Satie, ömrü boyunca yabi bu işi üstlenecek bir müzisyen bulamamıştı ama müzikteki yenilikçi fikirleriyle ön plana çıkan Amerikalı sanatçı John Cage 1963 yılında, yani Satie’nin ölümünden 38 yıl sonra düzenlediği bir organizasyonda, 10 ayrı piyanistin 2 saatlik nöbetleri ile bu işi başarabildi.
Bunun dışında Satie 1924 yılında bir de film müziği besteleyerek bu alanın da ilk örneklerinden birini veriyor. Zaten bugün minimalizm dediğimiz şey, popüler müziğin dışında film müziğinde de fazlasıyla karşımıza çıkıyor, belki 8 ölçülük bir melodinin 840 defa tekrar edilmesi gibi uçuk bir örnek olmasa da belli motiflerin defalarca tekrar edildiğini duyabiliyorsunuz. Bu artık günümüz müziği için çok ama çok normal bir durum.
Dediğim gibi onun hikayesine ilk defa bakanlar ona bir deli muamelesi yapabilir, davranışlarını tuhaf bulabilir ama gördüğünüz gibi işin sonucu başka yere çıkıyor. Elbette son derece yalnız bir hayat, hayatı boyunca aşırı alkol kullanmış biri ve 1 Temmuz 1925’te, Paris’te siroz hastalığından dolayı hayatını kaybediyor…Ve yine çok gariptir ki ölümünden sonra gardırobunda, birbirinin aynısı 12 takım elbise, 84 mendil ve düzinelerce şemsiye bulunuyor ve onun bu ilginç yönleri, uzun süre müziğinden daha fazla konuşuluyor…
Ben bu videoda onun müziğine de değinmeye çalıştım, her ne kadar farklı alanlarda ön plana çıksada, şunu söyleyebiliriz onun müziği, romantizm’den, görkemli duygulardan kesin olarak kopuşu temsil eder. Eserlerindeki basitlik ve sadelik ise günümüz müziğini etkileyen en önemli faktörlerden biri. Fakat dürüst olmak gerekirse, onun enstrasan karakterini, eksantrik yaşantısını ve müziğe olan bakış açısını, tamamıyla anlamak, bir müzisyen olsanız dahi çok zor. Anladığımı iddia etmiyorum, yaptığım tek şey okuduklarımı sizlerle paylaşmak. Eğer sizin de eklemek ya da söylemek istediğiniz bir şeyler varsa lütfen benimle paylaşmaktan çekinmeyin tabi ki. Bugünlük benden bu kadar olsun. Bir sonraki videoda görüşmek üzere. Sevgiler…