Makineleşme ve Müzik | Klasik Müzik İle Elektronik Müzik Farkı

Klasik müzik ile elektronik müziğin en belirgin farkı nedir?

Tabii ki sayabileceğimiz bir yığın fark olsa da aslında en belirgin fark, tempo ve ritim anlayışında karşımıza çıkıyor.

Biraz da olsa müzik eğitimi almış arkadaşlar; notaların en başında, tempoyu belirten şöyle bir ifade görmüşlerdir. Bu ifade genellikle farklı iki değerden oluşur. ve bir tempo aralığını gösterir. Ama bu şu demek değil: İsteyen daha hızlı çalsın, isteyen daha yavaş. Bu aralığın amacı, müziğin canlı ve değişken bir yapıya sahip olduğunu göstermek. Yani tempoyu bazı kısımlar için düşük tutarken, bazı yerlerde yükseltebileceğimiz anlamına geliyor. Stabil, tekdüze ya da mekanik değil. Örneğin, elektronik dans müziğinde olduğu gibi.

Peki bunun sebepleri ya da sonuçları ne? Neden insanlar canlı ve değişen bir tempo yerine, tekdüze bir tempoyu tercih ederler?

Şu tartışılmaz bir gerçek ki; aslında ne müzik ne de hayat, stabil ya da tekdüze değil. Gün içerisindeki ruh halimiz bile, saatten saate değişkenlik gösterir. Hiçbir günümüzü sabit bir enerji ya da ruh hali ile geçirmeyiz. Bu değişkenlik; canlı ve doğal olmanın bir sonucu.

Peki kim stabil ve tekdüze hareket edebilme yeteneğine sahip? Tabii ki; makineler ve bilgisayarlar.

İnsanlar, çevrelerinde; bir hareketi durmaksızın, kusursuzca tekrar edebilme yeteneğine sahip makinelerle yaşamaya başladı. Bu makinelerin çıkardıkları sesleri duydukça, bu kusursuz düzeni müzikte de kullanmak istediler. Çünkü besteciler; doğal olarak, çevresinde duydukları seslerden ilham alarak eserlerini ortaya koyar. Bu sebepten, elektronik müziğin tempoda yaptığı bu değişimi; kolaylıkla, Sanayi Devrimi’ne bağlayabiliriz.

Son iki yüzyılda, duyduğumuz çevre seslerinde çok ciddi değişiklikler oldu. Eskiden doğayı ve canlı olan şeyleri dinler ve kendimizi onlara daha yakın bulurken; bugün, her yerde makineleri dinler olduk. Hatta bu makinelerin sesi o kadar çok yükseldi ki, neredeyse başka bir ses duyamaz hale geldik. E tabii ki bunun da müziğe bir yansıması olacaktı.

Çok değil, 300 yıl kadar öncesine kadar gidip, bir makinenin elektronik davul sesini herhangi bir
insana dinletsek, Bunun kesinlikle yapay bir şey olduğunu söyleyecekti. Ama seneler sonra bugün, biz, artık bu sesleri müziğin ana unsuru olarak kullanıyoruz.

Müzisyenlere sabit bir ritim vermesi için, Johann Maelzel, metronomu icat ettiğinde, yıl 1815’ti. Bu icadı ilk kullanan isimlerden biriydi Beethoven. Ama Romantik döneme doğru bunun müziğe iyi ya da kötü yönlü etkileri olacağı konusunda bir yığın tartışma yaşandı. Çünkü herkes şunun bilincindeydi: Eğer bir crescendo, yani sesin seviyesini arttırmak istiyorsanız, hafif de olsa hızlanmak zorundasınız. Doğal eğilim bunu gerektirir. Her crescendo; tempoda bir artışı, her decrescendo; tempoda, belli belirsiz de olsa, ufak bir düşüşü beraberinde getirir. Bu yüzden, elektronik müzikteki crescendolar biraz yapaydır. Bu açığı kapatmak için çok ciddi dropshot’lara ihtiyaç duyar. Ve melodilerdeki ritmik aksamalarla bu yapaylığı kapatmaya çalışır.

Klasik müzik ve elektronik müzik, tıpkı doğa ve teknoloji gibi, aslında birbirinden çok farklı dünyalara ait. Amacım burada bir müziği diğerinden üstün tutup bir mukayese yapmak değil. Sadece var olan bir şeyi çözümlemeye çalışıyorum. Belki müziği bu kadar büyüleyici kılan şey, onun değişen hayatlarımıza bu kadar
kolay adapte olabilmesi. Ama işin sonucu, tabii ki duygulara çıkar. En önemli şey, ne hissettiğinizdir. Bu tekdüzelik size ne hissettiriyor? Çevremizdeki makinelerin mi, yoksa makineleşmiş kendi hayatlarımızın mı bir simgesi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir